
“Kaplanın Sırtında: İstibdat ve Hürriyet,” Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı, tarih ve kurgunun ustalıkla iç içe geçtiği bir roman. 2022 yılında İnkılap Kitabevi tarafından yayımlanan bu eser, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonraki sürgün hayatını konu alıyor. Livaneli, bu romanda, otuz üç yıl süren bir saltanatın ardından Selanik’e sürgün edilen devrik padişahın hem içsel dünyasını hem de dönemin kaotik atmosferini derinlemesine bir anlatımla okuyucuya sunuyor. Hikaye, yalnızca bir tarihsel figürün portresini çizmekle kalmıyor, aynı zamanda istibdat (baskı) ile hürriyet (özgürlük) arasındaki gerilimi, çöken bir imparatorluğun son nefeslerini ve bireyin bu çalkantılı süreçteki psikolojik yolculuğunu ele alıyor.
Roman, II. Abdülhamid’in Selanik’teki Alatini Köşkü’nde geçen sürgün günlerinden kesitler sunarak başlar. 1909’da İttihat ve Terakki tarafından tahttan indirilen Abdülhamid, bir gece yarısı ailesiyle birlikte apar topar Selanik’e gönderilir. Bu ani kopuş, onun için hem bir son hem de bir başlangıçtır. Livaneli, hikâyeyi kurgusal bir karakter olan Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey’in gözünden aktarır. Atıf Hüseyin, Abdülhamid’in sürgündeki sağlık durumundan sorumlu özel doktorudur ve padişahla geçirdiği zaman boyunca onun düşüncelerine, korkularına ve vicdan muhasebesine tanıklık eder. Roman, bu günlükler üzerinden ilerlerken, Atıf Hüseyin’in kendi içsel dönüşümü de paralel bir hikaye olarak gelişir.
Abdülhamid, romanda “kaplanın sırtında” bir hayat sürmüş bir figür olarak tasvir edilir. Bu metafor, onun hem kudretli bir hükümdar olarak sahip olduğu gücü hem de bu gücün beraberinde getirdiği sürekli tehdidi ve korkuyu simgeler. Saltanatı boyunca, şehzadelerin çoğu gibi, ölüm korkusuyla yaşamış; kardeşlerinin, amcalarının ve kuzenlerinin katledildiği bir aile geleneğinde büyümüştür. Tahttayken casus ağlarıyla ülkeyi kontrol altında tutmuş, modernleşme hamleleriyle imparatorluğu ayakta tutmaya çalışmış, ancak aynı zamanda baskıcı politikalarıyla “Kızıl Sultan” lakabını almıştır. Sürgünde ise bu kaplanın sırtından inmiş, artık ne kudretli bir hükümdar ne de korkulan bir despottur; yalnızca yaşlı, yalnız ve geçmişiyle hesaplaşan bir adamdır.
Selanik’teki günler, Abdülhamid’in hem dış dünyayla bağının koptuğu hem de kendi içine döndüğü bir süreçtir. Alatini Köşkü’nde, ailesiyle birlikte sıkışıp kaldığı bu yerde, devrik padişah sık sık geçmişini sorgular. Annesinin erken ölümü, onu derinden etkilemiş bir kayıptır; “Annem ölmeseydi bunlar başıma gelmezdi,” diye düşünür. Saltanatının çöküşü, oğullarının geleceği hakkındaki endişeleri ve İttihatçıların ona duyduğu nefret, zihnini kemiren yükler haline gelir. Livaneli, Abdülhamid’i ne bir kahraman ne de bir zalim olarak sunar; onun yerine, karmaşık bir insan portresi çizer. Padişah, Avrupa medeniyetine hayranlık duyan bir yenilikçi miydi, yoksa Panislamist bir istibdatçı mı? Bu soruya net bir cevap vermek yerine, okuru onun zihnindeki gelgitlerle baş başa bırakır.
Romanın yan karakterleri de hikayeye derinlik katar. Atıf Hüseyin Bey, idealist bir doktor olarak başlar, ancak Abdülhamid’le geçirdiği zaman onu kendi değerlerini ve tarafsızlığını sorgulamaya iter. Padişahın kızları Ayşe ve Şadiye, sürgünün ağırlığını farklı şekillerde yaşayan genç kadınlar olarak öne çıkar. Selanik’in kozmopolit atmosferi ise arka planda bir dekor gibi değil, adeta bir karakter gibi işler; ihtilalci fikirlerin filizlendiği bu şehir, Abdülhamid’in geçmişteki korkularını yeniden canlandırır.
Livaneli, “Kaplanın Sırtında”da tarihsel gerçeklerle kurguyu ustalıkla harmanlar. Abdülhamid’in çarşafı yasaklama girişimi gibi detaylar, onun paranoid ama pragmatik doğasını yansıtır; bu karar, suikast korkusundan kaynaklanmıştır ve dönemin ruhunu anlamak için önemli bir ipucudur. Roman, aynı zamanda Osmanlı’nın çöküş sürecini, Doğu ile Batı arasındaki kültürel ve siyasi ayrışmayı ve modernleşme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasını da gözler önüne serer. Abdülhamid’in Avrupa’ya hayranlığı ile İslam’ı birleştirme arzusu arasındaki çelişki, dönemin entelektüel tartışmalarına da ışık tutar.
Eserin dili, Livaneli’nin alışıldık akıcı ve etkileyici üslubunu taşır. Duygusal anlarda okuyucuyu içine çekerken, tarihsel sorgulamalarda düşündürücü bir mesafe sağlar. “Kaplanın sırtında büyümek” ifadesi, sadece Abdülhamid’in değil, tüm şehzadelerin ve hatta Osmanlı hanedanının kaderini özetler: Görkemli bir güç, ama bir o kadar da kırılgan bir varoluş. Romanın sonunda, Abdülhamid’in vicdan muhasebesi tamamlanmaz; o, kaplanın sırtından inmiş, ama ruhundaki yüklerden kurtulamamış bir figür olarak kalır.
“Kaplanın Sırtında,” tarihsel bir roman olmanın ötesinde, insan doğasının karmaşasını ve iktidarın bedelini sorgulayan bir eser. Livaneli, Abdülhamid’i ne yüceltir ne de yerin dibine batırır; ona bir ses verir ve bu sesle okuru, dönemin hem görkemli hem de trajik ruhuna davet eder. Hikaye, bir padişahın düşüşünden çok, bir insanın kendi geçmişiyle barışma çabasını anlatır ve bu yönüyle evrensel bir boyut kazanır. Selanik sürgününün soğuk duvarları arasında geçen bu uzun özet, okuyucuya hem bir tarih dersi hem de bir vicdan yolculuğu sunar.