
Balıkçı ve Oğlu – Zülfü Livaneli: Geniş ve Özgün Özet
Zülfü Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu adlı romanı, Ege’nin mavi sularında başlayıp dalgalarla yüreğimize çarpan bir hikâye. Kitabı elime aldığımda, sanki teknenin tahtalarına oturmuş, rüzgârı yüzümde hisseder gibi oldum; deniz kokusu burnuma doldu, dalgaların sesi kulaklarımda çınladı. Bu, sadece bir balıkçının değil, denizin, acının ve umudun öyküsü. Livaneli’nin kalemi, her satırda hem hüzünle içimi sızlatıyor hem de bir yerlerde saklı umudu usulca yanıma bırakıyor.
Hikâye, Ege’nin sakin bir balıkçı köyünde, Mustafa ve Mesude’nin evinde başlıyor. Mustafa, uzun boylu, yanık tenli, denize âşık bir adam; balıkçılık ona babasından miras, hayatı dalgalarla şekillenmiş. Mesude ise mağrur, açık tenli, çakır gözlü bir kadın; kocasıyla geçirdiği mutlu günlerin izleri hâlâ yüzünde, ama o izler artık gölgelenmiş. Çünkü deniz, onlara en büyük darbeyi vurmuş: küçük oğulları Deniz, bir fırtınada tekneden düşüp kaybolmuş. O günden beri Mustafa’nın yüzünde tebessüm donmuş, Mesude’nin gözlerinde ise sessiz bir yas var. Evleri, bir zamanlar kahkahalarla dolu bir yuvayken, şimdi sadece denizin uğultusunun yankılandığı bir boşluğa dönmüş. Mustafa her sabah erkenden kalkıyor, teknesine atlıyor, balığa çıkıyor; ama artık ne konuşuyor ne de köy kahvesine uğruyor. Denizle baş başa, bazen yunuslarla dertleşiyor; “Baba Yunus” dediği o büyük yunus, sanki oğlunun ruhunu taşıyormuş gibi ona eşlik ediyor. Mesude ise evde, kocasının sessizliğine alışmaya çalışıyor; aralarındaki iletişim, birkaç bakış ve nadiren bir el hareketiyle sınırlı.
Bir gün, Mustafa yine denize açıldığında, dalgalar ona bambaşka bir sahne sunuyor. Teknede tek başına, ağlarını toplarken birden bir kadın cesediyle karşılaşıyor. Şaşkınlık içinde yaklaşıyor; kadının donuk gözleri, dalgalarla savrulan bedeni yüreğine bir ağırlık gibi çöküyor. Onu kayığa almak için çabalıyor, ama hemen ardından başka bir ceset, bu kez bir adam, teknesine çarpıyor. Mustafa, onları kayığa bağlıyor, ne yapacağını bilemezken, gözleri ufka kayıyor. Ve işte o an, yunusların arasında küçük bir mucize beliriyor: bir bebek, yarı ölü, dalgalarla sürükleniyor. Mustafa, kalbinin hızla çarptığını hissediyor; bebeği kollarına alıyor, nefes aldığını fark edince gözyaşlarını tutamıyor. Bu, Samir; Afgan bir göçmen bebeği, annesiyle babası denizde can vermiş, ama o, hayata tutunmuş. Mustafa, Samir’i köye getiriyor; oğlunu kaybettiği denizin, ona yeni bir evlat hediye ettiğini düşünüyor. Mesude, bebeği görünce önce donakalıyor, sonra kollarına alıp sarmalıyor; Samir, их sessiz evlerine bir ışık gibi doluyor.
Ancak bu ışık, beraberinde karmaşayı da getiriyor. Mustafa ve Mesude, Samir’i sahiplenmek istiyor; ama köyde, “Bu çocuk mülteci, resmi işlemler lazım,” sesleri yükseliyor. Çift, evlat hasretiyle yanıp tutuşurken, yasaları hiçe sayıp Samir’i gizlice kendilerine almak için yollar arıyor. Mustafa, balıkçı arkadaşlarından yardım istiyor; Mesude, komşu kadınlarla dayanışıyor. Köy, bu küçük misafiri bağrına basarken, bir yandan da kendi dertleriyle boğuşuyor. Balık çiftlikleri, Ege’nin mavi sularını kirletiyor; rant hırsıyla kıyılar talan ediliyor, ormanlar madenlere kurban gidiyor. Mustafa, bu yıkıma karşı sessiz bir öfke duyuyor; bir yandan Samir’i kurtarmaya, bir yandan köyünü korumaya çalışıyor. Deniz, ona hem en büyük acıyı vermiş hem de en büyük umudu; bu çelişki, Mustafa’nın içini kemiriyor.
Hikâye ilerledikçe, Samir’in annesi Zilha’nın hayatta olduğu ortaya çıkıyor. Zilha, oğlunu bulmak için köye geliyor; Mustafa ve Mesude’nin dünyası bir kez daha sarsılıyor. Karşılarında, gözleri umut ve korkuyla dolu bir kadın var; dilini bilmedikleri bu anneyle, sadece bakışlarla anlaşıyorlar. Mesude, Zilha’nın acısını hissediyor; annelik bağı, kelimelere ihtiyaç duymuyor. İki kadın, Samir’in geleceği için bir karar vermeli: ya Zilha oğlunu alıp bilinmeze dönecek ya da Mustafa ve Mesude, bu bebeği kendilerine evlat yapacak. Vicdanları, onları bir uçurumun kenarına sürüklüyor; ama sonunda, Zilha ile Mesude arasında sessiz bir yemin doğuyor. Samir, annesine geri dönüyor; Mustafa ve Mesude, bu ayrılığı gözyaşlarıyla uğurluyor. Ancak bu veda, onları birbirine daha çok bağlıyor; oğullarını kaybettikten sonra ilk kez, birbirlerine sarılıp ağlıyorlar.
Roman, köyün mücadelesiyle devam ediyor. Balıkçılar, çevre yıkımına karşı birleşiyor; Mustafa, bu savaşta sessiz liderlerden biri oluyor. Samir’in gelişi, onlara bir ilham vermiş; küçük bir bebek, koskoca bir köye umut olmuş. Hikâye, açık bir sonla bitiyor; Mustafa ve Mesude, denize bakarken, hem kaybettikleri Deniz’i hem de kısa süreliğine hayatlarına giren Samir’i anıyor. Deniz hâlâ dalgalı, hâlâ bereketli, hâlâ acımasız; ama artık Mustafa’nın yüzünde, farkında bile olmadığı bir tebessüm var. Livaneli, son satırlarda beni bir sorgulamaya itiyor: “Ben bu dünya için ne yaptım?” diye soruyorum kendime. Samir’in minik elleri, Aylan bebeğin sahildeki görüntüsüyle birleşiyor zihnimde; hüzünle doluyorum, ama bir yandan da insanlığın dayanışmasına dair bir umut taşıyorum.