
Laetitia Colombani’nin Saç Örgüsü (La Tresse), üç farklı kıtada yaşayan üç kadının hayatlarını, mücadelelerini ve umutlarını bir saç örgüsü gibi ustalıkla birbirine bağlayan etkileyici bir roman. Hindistan, İtalya ve Kanada’da geçen bu hikâyeler, coğrafi ve kültürel olarak birbirinden uzak gibi görünse de, kadınların özgürlük arayışı ve kaderlerine karşı direnişleri gibi evrensel temalar etrafında birleşiyor. Kitap, Smita, Giulia ve Sarah adlı üç kadının yaşamlarını ayrı ayrı ele alırken, sonunda bu hayatların beklenmedik bir şekilde kesiştiğini ortaya koyuyor. 188 sayfalık bu akıcı eser, sade ama güçlü diliyle okuyucuyu derinden etkiliyor ve kadın dayanışmasının, azmin ve umudun gücünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Hikâye, Hindistan’da başlar ve Smita ile tanışırız. Smita, kast sisteminin en alt tabakası olan Dalitlerden biridir. Kocası ve altı yaşındaki kızı Lalita ile birlikte yoksulluk, aşağılanma ve dışlanma dolu bir hayat sürmektedir. Dalitler, toplumun “dokunulmazları” olarak görülür; öyle ki Smita, üst kastlardan birinin gölgesine bile temas ederse lanetleneceğine inanılır. Kocası sıçan avlayarak geçimlerini sağlamaya çalışırken, Smita ise köydeki dışkıları temizleme gibi insanlık dışı bir işle uğraşır. Ancak Smita’nın hayatındaki en büyük umut ve motivasyon kaynağı kızı Lalita’dır. Kendi çektiği acıları kızının yaşamasını istemez ve ona farklı bir gelecek sunabilmek için tek bir hayal kurar: Lalita’yı okula göndermek. Ancak köylerinde Dalit çocukların okula gitmesi mümkün değildir; bu, geleneklere ve kast sistemine aykırıdır. Smita, bu kaderi değiştirmek için radikal bir karar alır: Köyünden kaçar. Kocasını ve Lalita’yı yanına alarak, tehlikeli ve belirsiz bir yolculuğa çıkar. Yolda, parası ve yiyeceği tükenir; çaresizlik içinde saçlarını kesip satmaya karar verir. Bu, onun için hem maddi bir kurtuluş hem de sembolik bir fedakârlıktır; çünkü Hindistan’da kadınların saçları kutsal kabul edilir ve genellikle kesilmez. Smita, saçlarını bir tapınakta satar ve bu saçlar, daha sonra başka bir kadının hayatına dokunmak üzere uzun bir yolculuğa çıkar. Smita’nın hikâyesi, tüm zorluklara rağmen pes etmeyen bir annenin cesareti ve kızına duyduğu sınırsız sevgiyle doludur. Sonunda, Lalita’yı bir okula kaydettirmeyi başarır ve ona kendi asla sahip olamadığı bir geleceği armağan eder.
İkinci hikâye, İtalya’nın Sicilya adasında geçer ve Giulia ile tanışırız. Giulia, 20’li yaşlarında genç bir kadındır ve babasının işlettiği küçük bir peruk atölyesinde çalışır. Bu atölye, nesillerdir aileye aittir ve insan saçı kullanarak peruklar üretirler. Giulia, babasına derin bir sevgi ve bağlılık duyar; hayatı, atölyenin sakin ritmi içinde geçer. Ancak bir gün babası ciddi bir kaza geçirir ve komaya girer. Giulia, bu trajedinin ardından atölyenin mali durumunun sanıldığından çok daha kötü olduğunu keşfeder: İşletme borç batağındadır ve kapanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ailenin geçim kaynağı olan bu atölyeyi kurtarmak artık Giulia’nın omuzlarındadır. Üstelik, bu süreçte ailesinin geleneksel değerleriyle kendi arzuları arasında sıkışıp kalır. Giulia, Sikh bir göçmen olan Kamal ile tanışır ve ona âşık olur. Kamal, atölyede çalışan bir işçidir ve Giulia’ya hem iş hem de duygusal anlamda destek olur. Giulia, babasının mirasını kurtarmak için yenilikçi bir fikir geliştirir: Tapınaklardan toplanan saçları ithal ederek maliyeti düşürmek. Bu fikir başarılı olur ve atölye yeniden ayağa kalkar. Babası komadan çıktığında, Giulia hem işini hem de aşkını kurtarmış bir kadın olarak güçlü bir dönüşüm geçirmiştir. Onun hikâyesi, zorluklar karşısında yaratıcılık ve dayanıklılıkla dolu bir mücadele örneğidir.
Üçüncü hikâye ise Kanada’da, Montreal’de geçer ve Sarah ile tanışırız. Sarah, 40’lı yaşlarında, başarılı ve hırslı bir avukattır. Üç çocuğunu tek başına büyüten bu kadın, kariyerinde zirveye ulaşmak için hayatını adamıştır. Çalıştığı prestijli hukuk bürosunda ortak olma hayali, onun için bir varoluş meselesidir. Ancak tam terfi alacağı sırada, göğsünde bir kitle fark eder ve meme kanseri teşhisi konur. Bu haber, Sarah’nın hayatını altüst eder. Kariyeri, çocukları ve bağımsızlığı için yıllarca kendini paralayan bu kadın, şimdi hastalığın getirdiği belirsizlik ve zayıflıkla yüzleşmek zorundadır. Daha da kötüsü, iş yerinde hastalığını gizlemek zorundadır; çünkü zayıflık göstermek, onun pozisyonunu tehlikeye atabilir. Sarah, kemoterapi sürecinde peruk kullanmaya karar verir ve bu peruk, tesadüfen Smita’nın Hindistan’da sattığı saçlardan yapılmıştır. Sarah, hastalığıyla mücadele ederken hayatını yeniden gözden geçirir. Çocuklarıyla ilişkisini güçlendirir, iş yerindeki acımasız rekabetten uzaklaşır ve kendine daha insani bir yol çizer. Hikâyesi, modern dünyanın dayattığı başarı baskısına karşı bir başkaldırı ve hayata yeniden tutunma çabasıdır.
Romanın sonunda, bu üç kadının hayatlarının bir saç örgüsü gibi nasıl birleştiği ortaya çıkar. Smita’nın Hindistan’da sattığı saçlar, Giulia’nın atölyesine ulaşır ve orada işlenerek Sarah’nın kullandığı peruğa dönüşür. Kadınlar birbirlerini hiç tanımaz, ama farkında olmadan birbirlerinin hayatlarına dokunurlar. Smita’nın fedakârlığı, Giulia’nın işini kurtarmasına, Giulia’nın emeği ise Sarah’nın kendine güvenini geri kazanmasına yardımcı olur. Bu bağlantı, kitabın en dokunaklı ve sembolik noktasıdır: Kadınların dayanışması, coğrafyalar ve kültürler ötesinde bir şekilde varlığını sürdürür.
Saç Örgüsü, yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmaz; aynı zamanda kadınların evrensel deneyimlerine ışık tutar. Smita’nın kast sistemine, Giulia’nın ekonomik zorluklara ve Sarah’nın hastalığa karşı verdiği mücadele, her birinin özgürlük arayışını temsil eder. Colombani, bu kadınların iç dünyalarını ve duygularını öyle canlı bir şekilde tasvir eder ki, okuyucu her birinin acısını, umudunu ve zaferini adeta kendi içinde hisseder. Kitap, akıcı dili ve kısa ama yoğun anlatımıyla bir solukta okunurken, bıraktığı etki uzun süre zihinlerde kalır. Fransa’da 1 milyon satış rakamına ulaşan, 40 dile çevrilen ve 9 ödül kazanan bu eser, hem bireysel hem de kolektif bir direniş hikâyesi olarak unutulmaz bir yer ediniyor. Smita, Giulia ve Sarah, kaderlerine boyun eğmeyi reddederek, kendi yollarını çizen güçlü kadınlar olarak okuyucuya ilham veriyor. Bu roman, çaresizliğin umuda, zayıflığın güce dönüştüğü bir yolculuk sunuyor ve her kadının hikâyesinin, bir şekilde başka bir kadının hikâyesine dokunduğunu hatırlatıyor.